Duyuyor musunuz? Rüzgâr artık eskisi gibi esnemiyor, kuşlar eski neşesiyle ötmüyor. Toprağın kalbi kırık, suların sesi öfke dolu. İnsanlık, doğanın cömertçe sunduğu her nimeti hunharca tüketirken ardında tarifsiz bir yıkım bırakıyor. Neden? Çünkü daha fazla kazanmak, daha hızlı büyümek, daha çok tüketmek gerektiğine inandırıldık. Ama bu yarışın sonunda hepimizi bekleyen bir kaybediş var: Yaşamın ta kendisi.
Bugünün dünyasında “kalkınma” denildiğinde akla gelen tek şey daha büyük inşaat projeleri, daha derin maden ocakları ve daha geniş asfalt yollar. Bu projeler yükseldikçe, doğanın omuzlarına binen yük de artıyor. Ormanlar yok oluyor, göller kuruyor, tarım arazileri betonla kaplanıyor. Peki, bu gelişim mi? Yoksa insanlığın kendi bindiği dalı kesmesi mi?
İnşaat vinçlerinin gölgesinde kalan bir ağacın feryadını duyabiliyor muyuz? Yoksa bu sesi, kazanç tablolarında boğulmuş bir şekilde göz ardı mı ediyoruz? Modern çağın “ilerleme” anlayışı, doğayı tüketmek üzerine kurulu. Ancak, tüketilen sadece doğa değil; insanlığın geleceği de bu yok oluşun bir parçası haline geliyor.
Türkiye, dağları, ovaları, nehirleri ve gölleriyle dünyaya eşsiz güzellikler sunan bir coğrafyaya sahip. Ancak son yıllarda bu güzellikler, rant projelerinin kurbanı oluyor. Ormanlarımız madenler için yok ediliyor, verimli topraklarımız yerleşim alanlarına dönüşüyor, göllerimiz susuzluktan çatlıyor. Bu sadece çevresel bir mesele değil; aynı zamanda ulusal bir krizdir.
Kaybolan her ağaç, kuruyan her dere, yok olan her doğal yaşam alanı; yalnızca ekosistemimizi değil, insanlarımızın ruhunu da yaralıyor. Çünkü bir kez kaybettiğimizde geri getiremeyeceğimiz şeylerin farkında değiliz. Gelecekte çocuklarımıza bırakabileceğimiz miras bu mu olacak? Beton bloklar ve kurak bir toprak mı?
Sanayi ve teknoloji hayatımızı kolaylaştırıyor, evet. Ama bu kolaylığın bedeli, doğayı yok etmek olmamalı. Daha sürdürülebilir yöntemler geliştirmek, tüketim alışkanlıklarımızı sorgulamak ve doğayla uyumlu bir yaşam modeli benimsemek zorundayız. Bugün dünyada doğaya zarar vermeden üretim yapabilen pek çok yöntem var. Neden bunları uygulamaktan kaçıyoruz? Çünkü kısa vadeli kazançlar, uzun vadeli sorumluluklardan daha cazip görünüyor.
Kapitalizmin acımasız çarkları, insana sadece “şimdi”yi düşündürüyor. Ama yarını inşa edemeyen her sistem, bir gün çökmeye mahkûmdur. Doğayı korumak, sadece çevreci bir slogan değil; aynı zamanda insanlığın varlığını sürdürebilmesinin tek yoludur.
Bu dünya sadece bizim değil. Ormanların, kuşların, balıkların ve toprağın da bu yaşamda hakkı var. İnsanlığın yıkıcı etkileri sadece kendi neslini değil, diğer canlıları da uçuruma sürüklüyor. Hep birlikte durup düşünmemiz gerekiyor: Hangi hakla bir ağacın köklerine balta vuruyoruz? Hangi hakla gökyüzünü karartıyoruz?
Eğer bu gidişata dur demezsek, bir gün çocuklarımız temiz su bulmak için şehirler arası yolculuk yapmak zorunda kalacak. Torunlarımız belki de gerçek bir ağaç görebilmek için eski fotoğraflara bakacak. Her yok edilen orman, her kirletilen su kaynağı, aslında kendi yaşam alanlarımızın sonunu hazırlıyor.
Bugün harekete geçmek zorundayız. Çevreyi savunmak bir tercih değil; bir zorunluluktur. Doğayı korumak, aslında insanlığın kendisini korumaktır. Çünkü doğa, bizim ondan alacağımızdan çok daha fazlasını veriyor. Ama karşılık beklemeden verdikleri, sonsuz değil.
Bu dünyaya değer katmak, onun güzelliklerini çoğaltmak bizim elimizde. Doğa ile barış içinde bir yaşam inşa etmek zorundayız. Beton blokların değil; kuş cıvıltılarının, rüzgârın uğultusunun, akan derenin sesinin hüküm sürdüğü bir dünya mümkün. Bu sadece bir hayal değil, bizim sorumluluğumuz.
Seçim basit: Ya talanı izleyip yok oluşa sürükleneceğiz ya da yaşamı savunup gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakacağız. Karar bizim.